30 Ekim 2009 Cuma

Mustafa MUTLU, "Tahrikçi senarist yine iş başında!"



mmutlu@gazetevatan.com
Onu, “Apo’ya paşa unvanı verilsin, maaş bağlansın” dediğinde, ciddiye almadık... “Aklınca şaka yapıyor olmalı” deyip geçtik...


Ama çok ciddiymiş...

Çalıştığı dinci gazetedeki son yazısında “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nın emir komuta zinciri içinde hazırlandığını iddia ederek, “Bize Nizam-ı Cedid Ordusu lazım” demiş...

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurumsal yapısına son vermeyi önererek, onu “fesat ocağına dönüşen” Yeniçeri Ordusu’na benzetmiş...

Yani; tahrik çıtasını epeyce yukarılara çıkarmış:

“Kendi halkına ve ülkesine karşı entrikalar çeviren bir fesat ocağı ile karşı karşıyayız. Yeniçeri ordusunda bile kimsenin aklına gelmeyecek türden desiseler bunlar. (./..) Gerçek olduğu ortaya çıkan belge, devletin vatanı ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne karşı, bugüne kadar ortaya çıkartılmış en ciddi tehdidin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinden geldiğini gösteriyor. Bu tehdidin ortadan kalkması için cuntacıların ordudan ayıklanması yetmez. (./..) Ülkemizin güvenliğini, Türkiye’nin birliğini, halkın hukukunu, devletin bekasını koruyabilmek için bu ’kurumsal yapı’ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız lâzım.”

***


Bu haddini bilmezin adı, Mümtazer Türköne...

12 Eylül öncesinin hızlı aşırı sağcılarından!

Eli silah tutan militan takımının, o günlerdeki akıl hocası...

1990’lı yıllarda ise “kim iktidardaysa ona hizmet etmeye” soyundu ve bir dönem Tansu Çiller’in danışmanlığını yaptı.

İşin ilginci; bu “uçuk profesör” , Gazi Üniversitesi’nde hocalık yapıyor! Genç beyinleri kim bilir neyle dolduruyor.

Elbette; AKP’nin önde gelenlerine “danışmanlık” yapmaktan da geri durmuyor.

Bu partiye o kadar yakın ki, eşi AKP Milletvekili!

***


Türköne bir süredir “senaryo yazarlığı”na merak sardı.

Önce “Hatırla Sevgili” adlı televizyon dizisinin “senarist” kadrosunda yer aldı, şu günlerde de 12 Eylül 1980’den 2002’ye, yani AKP’nin iktidara geldiği günlere kadar geçen dönemin anlatıldığı “Bu Kalp Seni Unutur mu”nun senaryo ekibinde çalışıyor.

Solculuktan dönmüş liboşlarla, kafa kafaya verip, para basıyor!

Arkadaş “senaryo” yazma işini o kadar benimsemiş ki; “uydurup uydurup ipe diziyor!”

Malzeme bulmakta sıkıntı çektiğini sanmıyorum ama; birkaç “saçma” öneri de benden... Hem de ücretsiz:

“Cumhurbaşkanlığı babadan oğula geçsin...”

“Kazasker, nişancı, defterdar ve vezir gibi unvanlar yeniden verilsin; Divan-ı Hümayun kurulsun.”

“Mümtazer baş ulema olsun!”

***


Böyle bir adamı yakınlarında bulunduranlar ve ona “Hoca” diyenler, acaba hiç sıkılmıyorlar mı?

*****


YÜZDE 3!

SONAR’ın yaptığı son seçim araştırmasına göre bugün bir seçim olsa AKP oyların yüzde 31,68’ini, CHP yüzde 28,21’ini, MHP yüzde 19,59’unu alacakmış.

Yani iktidar partisiyle ana muhalefet partisi arasındaki fark, yüzde 3’e kadar gerilemiş...

Darbe iddialarının gündemin ilk sırasına oturmasında acaba bu tablonun etkisi var mı?


*****



GÜNÜN SORUSU


Bazı sonradan görmüş zenginlerin, doğum günü pastasından dansöz çıkardıklarını biliyorduk da... Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında kesilen pastadan Atatürk’ün çıkarılacağı aklımıza bile gelmezdi...

Bu dâhiyane (!) fikrin sahibi acaba kim?


*****



DİNCİLERİN EMRİNDEKİ SÖZDE ‘SOL’ ÖRGÜTLER!


Dinci gazetelerden birinin manşeti dün aynen şöyleydi:

“Sivil toplum, ‘kirli plan’a karşı meydanlara iniyor.”

“Kirli plan” dedikleri, Genelkurmay’da yazıldığı iddia edilen “İrticayla Mücadele Eylem Planı...”

Sivil toplum örgütleri, işte bu planı protesto etmek için Ankara’da ve İstanbul’da üç eylem düzenleyecekmiş.

Peki; o sivil toplum örgütleri hangileri: Dinci kesime yakınlıklarıyla bilinen Mazlum-Der, Hak-İş, Memur-Sen, Akabe Vakfı...

Ve solcu (!) kuruluşlar:

Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Sosyalist İktidar Partisi, Özgürlük Hareketi ve EMEP!

***


Bu haberi okuyunca aklıma Molla Devrimi öncesindeki İran ve zavallı İranlı sosyalistler geldi...

Onlar da Şah’ı devirmek için dincilere az hizmet etmemişti...

Ama devrimden sonra giden, kendi kelleleri oldu!

30 Eylül 2009 Çarşamba

BLACKBERRY'NİN MUCİDİ TÜRK OLUYOR


BlackBerry telefonlarının üreticisi RIM şirketinin 1.7 milyar dolar servet sahibi ortaklarından Mike Lazaridis, Türk vatandaşı olacak...



Mr. BlackBerry Türk oluyor


Ben New York uçağından indim, o da Sanayi Bakanı'yla birlikte gittiği Çin'den döndü. Neredeyse eşzamanlı olarak İstanbul'daydık, 10 gün önceden kararlaştırdığımız randevumuz için buluştuk...
Alpaslan Korkmaz'dan bahsediyorum. Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı Başkanı'ndan.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bulup getirdiği çok parlak bir isim. Hemen hemen aynı yaştayız, henüz 40'ın altında. Aynı zamanda İsviçre vatandaşı ve daha önce İsviçre hükümeti adına yatırım ajansında aynı görevi yürütüyordu. Tıpkı İlber Ortaylı gibi kaç yabancı dil konuşabildiğine şaşırıyorsunuz. Doğrudan Başbakan'a bağlı çalışıyor. Yabancı sermayeyi Türkiye'ye çekmek için çabalıyor. Bazılarını tanıyorum, hepsi en az iki-üç dil bilen müthiş bir ekip kurmuş.
Dikkatimi ilk çektiğinde üç yıl öncesiydi, göreve yeni başladığında yabancı haber kanallarında Türkiye'nin bir reklamına rastlamıştım. 'Düğmeye basın' sloganı kullanılıyordu, estetik bir Türkiye bayrağı vardı. Tıpkı 'Makedonya'ya yatırım yapın' kampanyasındaki gibi yabancı sermayeye çağrıda bulunuluyordu. 'Bu işin arkasında kim var?' diye merak ettiğimde onun ismi karşıma çıkmıştı. Zaman içinde öğrendim ki uluslararası bağlantıları çok güçlüydü. Medyada görünmeyi de pek sevmiyor. Programı da o kadar yoğun ki, ekim ayı içinde sadece iki gün İstanbul'da kalacak.
Uçakta, İlber Ortaylı'nın son şehzade Osman Efendi yazısında, 'o, doğuştan gelen hukukundan ziyade şahsiyeti ile prensti' ifadesinden etkilenmiştim. Osman Efendi'nin Cumhuriyetimizle içten gönül bağı kurmasından ve barışık olmasından da... Fakat yazıda beni asıl düşündüren, 'ömrü boyunca pasaportsuz yaşadı, Başbakan Erdoğan birkaç yıl önce kendisine Türk pasaportunu verdirdi' cümlesiydi.

Alpaslan Korkmaz'la sohbetimizde, dünya üzerindeki Türkleri, onların yaygınlığını, girişimciliğini konuşurken bu yazıdan da bahsettim. İşte o anda çok heyecanlandığım bugünkü manşetimiz ortaya çıktı. Milyonlarca insanın günlük hayatının bir parçası haline gelen ve elektronik postalarını cep telefonlarından okumalarını, yanıtlamalarını sağlayan BlackBerry cihazının mucidiyle ilgili hem de uluslararası niteliği olduğunu düşündüğümüz bir gelişmeyle karşılaştık.

TÜRKİYE DOĞUMLU LAZARİDİS İÇİN BAŞBAKAN DEVREDE
Alpaslan Korkmaz, 'bak aynı şekilde bir güzel girişim daha var' dedikten sonra BlackBerry'nin kurucusu ve CEO'su olan Mike Lazaridis için de Türk pasaportu verilmesine çalıştıklarını söyledi. Hikayesi müthiş. Meğer teknoloji dünyasının en önemli isimlerinden olan Lazaridis İstanbul doğumluymuş, Pangaltı'dan göç etmişler.
İstanbullu bir Rum ailenin çocuğu olan Lazaridis'le, Korkmaz görüşmüş ve Türk vatandaşlığını konuşmuşlar. Her iki tarafın da canı gönülden istediği bu projeyi gerçekleştirmek için Korkmaz harekete geçmiş, gerekli girişimlerde bulunmuş. Bu durumlara ilgisini bildiği Başbakan Erdoğan'a konuyu açmış ve 'derhal yapın' talimatını almış. Fakat, bir askerlik sorunu ortaya çıkmış. Alpaslan Korkmaz, 'Genelkurmay Başkanlığı ile de temasa geçtik. Sorunu halledeceğiz' dedi.

Ne kadar güzel bir gelişme değil mi?
Peki, Lazaridis Türk pasaportu alınca biz ne kazanırız? İşte Alpaslan Korkmaz'ın yanıtı:
'Hele bir Türklüğünü, İstanbulluluğunu deklare etsin. Bu başlı başına önemlidir. Bunun Türkiye'nin uluslararası algısına müthiş katkısı olur. Ayrıca BlackBerry'nin Avrupa'da küçük bir AR-GE bölümü var. Biz, daha büyük bir araştırma geliştirme ünitesinin Türkiye'de açılmasını istiyoruz. Bunu teklif ettik kendilerine.'

TÜRKİYE'NİN 17 YATIRIM ELÇİSİ...
İşin perde arkasında iyi bir planlama ve geniş açılı bir vizyon duruyor. İsimlerini yazmayayım, tamamı kendi ülkelerinin en büyük şirketlerinde görev yapmış uluslararası sermayenin tanınmış simaları ile anlaşmalar imzalanmış. Bunlar Yatırım Ajansı adına o ülkelerde faaliyet gösteriyorlar. İşte BlackBerry girişiminin içinde böyle bir isim var. Halen Kanada'da yaşayan, yine İstanbullu Ermeni olan bir işadamı bu 17 kişiden biriymiş. Alpaslan Korkmaz'la Lazaridis'i buluşturan da oymuş.
Şimdi burada biraz durup düşünmek gerekmiyor mu?
Anlattığım bu olay, küreselleşen dünyada, en büyük kriz çağında nasıl bir anlam taşıyor?
Türkiye'nin, uluslararası sermaye dolaşımındaki yeri ve hedefleri konusunda ipuçları vermiyor mu?
Şehzade Osman Efendi'ye 90 yıl esirgenen pasaportun verilmesinde tanık olduğumuz böyle bir arayışın, BlackBerry'nin mucidine, köklü bir İstanbullu'ya uzanmasında önemli, çok önemli mesajlar yok mu?
Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümeti'nin, siyasal liberalizm mantığında sorunlar olsa da ekonomik liberalizm zihniyetinde Türkiye adına sevinmemiz gereken izler yok mu?
Bunları tartışmayalım mı?
Ne dersiniz?
DAHA 12 YAŞINDA BÜTÜN BİLİM KİTAPLARINI OKUDU
Mike Laziridis, 1961 yılında İstanbul'da doğdu. Henüz 5 yaşındayken ailesiyle birlikte Kanada'ya göç etti. 12 yaşına geldiğinde Ontario kentindeki Windsor Kütüphanesi'nde bulunan bütün bilim kitaplarını okuduğu için ödül aldı. Waterloo Üniversitesi'nde elektrik mühendisliği öğrenimi görürken, General Motors için yeni bir bilgisayar sistemi tasarladı ve 500 bin dolarlık projeyi üstlendi. Mezun olmadan son sınıftayken üniversiteyi terk etti. General Motors'tan kazandığı para ve ailesinden aldığı 15 bin dolar borç ile Research In Motion'u (RIM) kurdu. Geliştirdiği RIM kablosuz veri transferi teknolojisi ile Blackberry mobil cihazların doğmasını sağladı. 2005'te Blackberry telefonları dünyada bir fenomen haline geldi. 11 milyar dolar yıllık cirosu olan ve 12 bin kişi istihdam eden Research In Motion'un CEO'su olan Laziridis'in kişisel serveti 1.7 milyar doları aşıyor. Ancak, BlackBerry'nin yeni modelleri son dönemde Apple'ın iPhone'u karşısında beklentileri tam karşılamayınca şirket hisseleri biraz değer kaybetmeye başladı.
İSMAİL KÜÇÜKKAYA/AKŞAM

27 Eylül 2009 Pazar

Medyada yükselen köşe yazarları kadınlara şüphe ile mi bakmamız gerekiyor? SERDAR AKİNAN'A KADIN YAZARLARDAN YANITLAR!!!!!


Kadın köşe yazarlarının Serdar Akinan'ın iddiasına yanıtları...



Serdar Akinan, kadın köşe yazarlarının iktidar sahibi erkekler sayesinde yazar olduğunu iddia etti, medyada yine ortalık karıştı.

Kimileri bu ne cüret diye küplere bindi; kimileri de Akianan'ın 'rakı sofraları'nda konuşulanları köşesine taşıdığını belirtti. Kadın yazarlara göre kadınlara saldırmak kolay; köşeler ise onlara birer hediye değil.

Gazeteci Serdar Akinan'ın geçtiğimiz hafta kaleme aldığı yazı, medyayı karıştırdı. "Bugün medyada köşe tutan kadın yazarlarımızın kaçı şimdi, bir kısmı rahmetli olan, kudret sahibi yayın yönetmenlerinin yataklarından geçmemiştir." diyen Akinan, kimilerine göre yıllardır basın sektöründe kulaktan kulağa fısıldananları yazmıştı; kimilerine göre ise kadın yazarları itham ediyor, zan altında bırakıyordu. Akinan, yazısında isim vermemişti, genelleyici ifadeler kullanmıştı; ancak bu bile köşe yazarlarını kadın-erkek galeyana getirmeye yetti. Akinan daha sonra gelen tepkiler üzerine geri adım attı, yazısında kastetmediği kadın yazarlardan özür de diledi; ama söz bir kere yazıya dökülmüştü! Akinan'ın ifadeleri, Yeşilçam'da yönetmen-oyuncu ilişkilerindeki yakıştırmayı andırması açısından da dikkat çekiciydi...

Akinan, Can Dündar'ın bir kadınla görüntülenmesiyle başlayan tartışmanın ardından böyle bir yazı kaleme alsa da aslında bu konuda yazan ilk isim değil. Benzer bir iddiayı aylar önce Aykut Işıklar da ortaya atmıştı. Işıklar da erkek patronların zaaflarının kadınları vaktinden önce üst noktaya taşıdığını yazmıştı. Yıllardır medyanın içerisinde yer alan iki ismin dile getirdiği bu iddialara göre "yükselen kadınlara" şüpheyle mi bakmamız gerekiyordu?

Peki bu konuda kadın gazeteciler ne düşünüyor? Kadın yazarların bazıları itirazlarını yükseltiyor kimi de 'bilinen gerçeğin dile getirilmesinin nesi yanlış' diye soruyor.

Gizli sözleşme bozuldu!

Köşelerin birer hediye gibi sunulduğu fikrine en büyük itiraz köşe sahibi Mutlu Tönbekici'den geliyor. Ona göre herkes kadınlara karşı çok daha acımasız davranıyor. Tönbekici "Köşeler kimsenin babasının malı değil." diyor ve köşelerin kadınlara bir nişan yüzüğü gibi sunulabileceği düşüncesinin de gerçeği yansıtmadığına inanıyor. İddiaların tümevarımcı olmasına sinirlenen isimlerden biri de Nagehan Alçı. Fakat o Tönbekici kadar yazılanların gerçek dışı olmadığını da dile getirmekte bir sakınca görmüyor. "Zira geçmişte de günümüzde de özel ilişkiler sayesinde medyada basamak çıkmak için çabalayan kadınların varlığını herkes biliyor." diyor. Alçı, insanları kızdıran şeyin, bilinen bu gerçeğin medyanın içinden bir isim tarafından seslendirilip gizli sözleşmenin bozulması olduğunu düşünüyor. Yani ona göre Akinan'ın bu yazısı, birilerini rahatsız etse de artık medyanın biraz da iğneyi kendine batırması için bir fırsat oluşturdu. Serdar Akinan'a en büyük destek Flash TV'den Yalçın Çakır'dan geldi. Çakır "okur ve izleyici bilmez ama bizler biliriz içimizde yaşananları" diyerek birçok vakanın varlığından söz ediyordu.

Erkeklerden ses yok

Diğer taraftan Pakize Suda, Mutlu Tönbekici, Nagehan Alçı, Sevim Gözay gibi kadın köşe yazarları konuyu köşelerine taşıdı. Fakat erkeklerden bir iki ismi saymazsak kayda değer bir ses çıkmadı. Akinan'ın itham ettiği erkek yöneticiler ya üzerlerine alınmadıklarından ya da durumdan rahatsız olmadıklarından konuya değinmek gereği dahi duymadı. Oysa Mutlu Tönbekici yazısında konuya esas alınması ve cevap vermesi gerekenin erkek yöneticiler olduğunu söylüyordu. O erkeklerdeki bu suskunluğun daha çok korkudan kaynaklandığını düşünüyor. Herkesin bir sabıkası olabileceğini söyleyen Tönbekici, kimsenin kimseye bulaşmamak tercihi bundan, diyor.

Nagehan Alçı'ya göre, medyada ilişkiler sayesinde yükselen yeteneksiz isimler bünyeden atılacak. Mutlu Tönbekici ise kadınların iş dünyasındaki yeri konusunda oturmamışlık olduğunu, bu yüzden de böyle kötü yakıştırmalar olabileceğini söylüyor. Ona göre bir kadın eğer aktüel, magazin yazıyorsa bu tür yakıştırmalara daha müsait bir hal alıyor. r.sezgin@zaman.com.tr


Tartışma köşelere nasıl yansıdı?
Pakize Suda- Habertürk:

"Evet, patronuyla, müdürüyle, mesai arkadaşıyla, ama âşık olduğu için, ama karşısındakinin konumundan yararlanmak için ilişkiye giren kadınlardan bizim sektörde de var."


Sevim Gözay-Akşam:
"Kadın gazeteciler, yerli yersiz, imzalı imzasız, sinsi ve kalleşçe etiketlenir, dedikodu malzemesi yapılıp dururken hepsi dut yemiş bülbül gibi oturur bu beyzadeler. Ne zaman ki kendi başları yanar, iplikleri pazara çıkar, 'Masum değiliz hiçbirimiz' şarkısına başlarlar kol kola girip. En komiği de kimseyle bir ceviz kırdığı ortaya çıkmamışların, dudak dudağa pozları renkli baskıya girmemişlerin, videosu internete düşmemişlerin iştahla iştirak ettiği 'su samuru' itirafları... 'Hepimiz su samuruyuz' diye yazdı dün hatta Serdar Akinan... Üzgünüm ama tipik erkek egosundan daha güçlü bir tablo göremedim ben o yazıda."



Yalçın Çakır-Flash TV:
"Akinan tamamen haksız mı? Bana göre Serdar Akinan derdini tam olarak anlatamadı. Zaten sonunda ironik bir dille hatta alay ederek özür diledi. "Bu camianın 'tertemiz' sicilini o yazıyla kirlettiğime inanmıyorum." Şimdi... "medyanın yetki-para-şan-şöhret sahibi bazı yöneticileri, bazı yazarları, bazı anchormenleri" deyince yarası olan üstüne alınsın. Hem de fazlasıyla alınsın. Yarası olmayanlar da durduk yere gocunmasın.

İsmail Küçükkaya-Akşam:
"Akinan benim yüreğine hep inandığım bir arkadaşım, samimiyetine daima güvendiğim bir meslektaşım oldu. Ama dünkü yazısında özellikle kadın gazetecilere büyük, çok büyük bir haksızlık yapmış. Kimse kişisel deneyimlerini genellemelere taşıyarak aşırı yoruma malzeme yapmamalı."


Sevilay Yükselir-Sabah:
"Bakalım her zaman elalemin bohçasını açmaya meraklı bu ahalinin bohçasından neler çıkacak? Çıkan kirlileri görüp, varsa eğer yıkansa da temizlenmeyecek, lekesi çıkmayacakları kaldırır atarız çöp tenekesine! Hiç olmazsa gelecek nesil gazetecilere böyle saçma sapan geleneği olan değil, adam gibi ritüelleri olan tertemiz bir sektör bırakırız..."




Kim, ne dedi?


Kötü yakıştırma her zaman kadınlar için

Mutlu Tönbekici - Vatan Gazetesi:
Serdar yöneticilik de yapmış, aklı başında bir arkadaşımızdı. Niye durup dururken böyle bir şey yazdı anlamıyorum. Kadınlar özel ilişkileri sayesinde yükseliyor, derken erkeklerde durum ne? Maça, meyhaneye yöneticilerle gidip "ağabey" diye diye yöneticilerin çevresinde pervane olan erkekler de var. Bir erkeği bir yöneticiyle otelde görseniz en fazla ne diyebilirsiniz ama bir kadın için her zaman böyle kötü yakıştırmalar yapılabiliyor.

Erkek köşe yazarları da masum değil
Aykut Işıklar -Bugün Gazetesi:

Dünyanın hiçbir yerinde bizde olduğu gibi ahbap-çavuş ilişkisiyle işler yürümüyor. Hepimiz neyin ne olduğunu biliyoruz. Kadınlar sadece bu işin bir parçası. Bu tür ilişkiler medyada geçmişte de vardı, hâlâ var. Erkek köşe yazarları da o köşeleri elde ederken en az kadınlar kadar masum değiller. Bugün genç kızlarımız Ayşe Arman gibi gazeteci olmak istiyorum, deyince kızıyoruz. Bunun suçlusu onun her yaptığını olay haline getiren medya.

Herkesi zan altında bırakmak etik değil
Nagehan Alçı - Akşam Gazetesi:
Yöneticileriyle beraber olarak bir yerlere gelmiş kadınlar olduğunu bir tek ben değil, yazımda da bahsettiğim gibi herkes biliyor. Burada vurgu kadınların yöneticileriyle beraber olmasında değil, yöneticilerin genelde erkek olmasında. Maalesef medyada da gücün olduğu her yerde olduğu gibi o gücü istismar etme geleneği mevcut. Güç de hep ve hâlâ erkeklerde. O nedenle zaman zaman güç sahibi erkekler bu güçlerini kadınları istismar etmek için kullanmaya teşebbüs ettiler. Ama medyada bir yerlere gelmiş biraz da eli yüzü düzgün tüm kadınları zan altında bırakmak etik değil. Bizim sektör hata kaldırmayan bir sektör. Kendimizi bizi izleyen ya da okuyana her gün yeniden sunduğumuz bir sektör. O nedenle mesleki yetenekleriyle değil de başka yetenekleriyle bir yerlere gelenleri çok fazla o yerlerde barındırmıyor. Geçmişte belki başka türlü yükselmenin ömrü bir nebze daha uzun sürüyordu. Oysa şimdi medyanın çeşitlenmesi ve rekabetin artması ile yeterli değilseniz bünye sizi bir gün bile kabul etmiyor.



RAHİME SEZGİN / www.zaman.com.tr

29 Ekim 2008 Çarşamba

Büyük Sınav...

Cumhuriyetimizin 85’inci yıldönümünü kutlarken her şeyden önce büyük bir tehlike içinde bulunduğumuzu da vurgulamak zorundayız.

Cumhuriyet sözcüğü tek başına bir şey ifade etmez; yeryüzünde çeşitli cumhuriyetler vardır.

En yakın örnek, şeriata dayalı düzenle yönetilen komşumuz İran Cumhuriyeti’dir.


Uygarlığa yakışır, insan haklarını içerir, kadın-erkek eşitliğine dayalı ve bağımsız demok-ratik cumhuriyetin temeli laikliktir.

85’inci yılını kutlayan Cumhuriyetimizde laiklik tehlikededir.

Ayrıca 1923 Cumhuriyeti’ni ikiye bölmek isteyen iç ve dış güçlerin de ittifak içinde bulundukları, çok kanıtlı bir gerçeğe dönüşüyor.

Cumhuriyetimizin laiklik ve bölünmezliğini tehdit eden güçlerin büyük çapta dış güçlere dayandıkları gün geçtikçe daha aşikâr ve çarpıcı biçimde görülüyor.


20’nci yüzyılın sonunda, oldukça güç kazanmış anti-laik güçler iktidardan uzaklaştırılmışlardı.

21’inci yüzyılın başında İslamcı siyaset “stratejik müttefikimiz” ile anlaştıktan sonra büyük bir sandık desteğiyle iktidara gelebilmiştir.

Bunun yanı sıra Amerikan işgali altında bulunan Kuzey Irak’ta üslenip yuvalanan bölücülük de dış desteklerine dayanıp epey mesafe alabilmiştir.


Denebilir ki 85 yıl önce laik Cumhuriyeti kurabilmek yetisini, yeteneğini, gücünü, bilincini gösterebilen Türk ulusu, halkıyla, gerçek aydınlarıyla, askeri ve siviliyle bütün bunların üstesinden gelebilecek kudretini hayata geçirecektir.

Bu güven duygusu topluma umut ve mutluluk aşılayabilir.

Ancak yaşadığımız olayın azımsanmasına da yol açabilir ki asıl tehlike, tehlikenin varlığını görmezden gelmekle oluşur.


Bu nedenle Cumhuriyetimizin 85’inci yılını kutlarken büyük bir sınav karşısında bulunduğumuzu vurgulamak zorundayız.

20’nci yüzyılın başında büyük bir sınav vererek laik Atatürk Cumhuriyeti’ni kurabilen Türk ulusu, Atatürk’e layık olabildiğini ve uygarlığa yakıştığını laik, demokratik ve bağımsız Cumhuriyetini savunmak ve korumakla ispatlayacaktır.



29 Ekim 2008 - Cumhuriyet

28 Eylül 2008 Pazar

Türkiye Acaba İşgal Altında mı?

EROL MANİSALI
Cumhuriyet

27 Eylül 2008 00:11

- Kıbrıs’ta, “Türkiye’nin garantörlüğünden AB’nin garantörlüğüne..”

- Dicle ve Fırat’ta, Ankara’nın yönetiminden uluslararası kurumların, yani ABD ve AB’nin denetimine..

- Fener Patrikhanesi’nde, Eyüp Kaymakamlığı’nın idaresinden, Washington ve Brüksel’in güdümüne..

- Dış ticaret politikasında, Meclis’in ve hükümetin yönetiminden AB’nin emir-komuta zincirine..

- Köylünün tohumunda, “yerli üretimden Batı tekellerinin güdümüne..”

- Katılımcı demokrasi ve çağdaş uygarlık değerlerinden siyasal İslamın dinci baskısına..

- Sosyal devletten, sadaka devletine..

- Vatandaşlıktan kulluğa; insan haklarından ve özgürlüklerden “biat düzenine”..

- Türkiye Cumhuriyeti’nden ılımlı İslam devletine..

- Kısacası, Lozan’dan Sevr’e ve sömürgeleşmeye götürmek isteyenler…

73 milyonluk insanımıza sormak gerek; böyle bir gidişe evet mi diyorsunuz, yoksa karşı mı çıkıyorsunuz? İçinde yaşamakta olduğumuz süreç bu kadar nettir. Herkesin bu gerçekler doğrultusunda tavrını belirlemesi gerekir.

- Köşe yazarının köşesinde..

- Milletvekilinin, “milletin vekili” olup olmadığının anlaşılmasında..

- Siyasal parti yönetimlerinin, “partilerinin ne işe yaradığının” ortaya çıkmasında..

- İşadamının işinin,“ne işi” olduğunun kavranmasında..

- İşçi sendikasının katılımcı demokrasi içindeki yerinin açığa çıkmasında..

- Profesörün verdiği derste,“dünyaya kimin penceresinden baktığının anlaşılmasında”.. Herkesin bu değerlendirmeyi yapması gerekir.

“Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” derseniz size vazifemiz (misyonumuz) nedir diye sorarlar. Siz kimin görevlisisiniz? Soros’un mu, piyasanın mı, Deniz Feneri’nin mi, AB’nin mi, tarikat başının mı?.. Herkesin kendine sorması gerekir.

Savaş gemisinde ‘resepsiyon’…

Eylül’de Marmaris TV’nin konuğu olarak bu güzel kente gittim. Her şey çok güzeldi, ta ki emperyalizmin çirkin yüzü ile karşılaşıncaya kadar. Amerika’nın savaş gemisi, güzelliği bozan bir çirkinlik abidesi gibi limanda demirlemiş. İşgal günlerinin İstanbul’unu anımsatıyor.

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Wilson da gemiye gelmiş, bir “resepsiyon” veriyor. Savaş gemisinde “kabul ve kutlamalar”, aynen İstanbul’u işgal eden İngiliz, Fransız savaş gemilerinde yapılan kutlamalar gibi…

USS San Antonio LPD 17 adlı savaş gemisi, Türkiye’deki Amerikan baskısının bir simgesi sanki. 1968’de gizliden gizliye yanaşıp kendilerini belli etmeden ertesi gün sessiz sedasız kaçarlardı. Bugün “resepsiyon” vererek boy gösteriyorlar, bayrak gösteriyorlar. Bu ortamı kim hazırlıyor? AKP hükümetinin Amerikancı tutumu mu? Turizm adı altında tatil yörelerini “Conilere peşkeş çeken” Özalcı zihniyet mi?

Demokrat Parti döneminde Menderes hükümetleri, Amerikan savaş gemilerine ve Conilerine hizmet sunmak için Beyoğlu’nun arka sokaklarını bir güzel boyatırlardı.

İngiltere Kraliçesi Türkiye’ye geldiğinde, İstanbul’da bir savaş gemisinde “resepsiyon” vermişti. İşgal dönemini anımsatan bir biçimde. Savaş gemisinde kutlama olmaz; bu savaş makinelerinde işgalciler dayatma yaparlar; onlar “emperyalizmin sembolleridir”. Bu nedenle, Japonya’nın Amerika karşısındaki teslim anlaşması bir savaş gemisinde imzalanmıştır.

Marmaris’teki savaş gemisindeki “kabul ve kutlamalara” katılan Marmaris’teki “ileri gelenlerin”, bu katılımları ile Türkiye’yi işgal dönemlerine geri götürdüklerini iyi anlamaları gerekir.

Conilerin bırakacağı üç kuruşa avuç açanların, muhtaç bırakılanların, sorunu “Coni getirerek” çözemeyeceklerini anlamaları gerekir. 1 Mart tezkeresini savunanlar da Conilere kucak açmak istemişlerdi. Birkaç yıl öncesinde Liberal Parti lideri Conilere ek olarak, Ege’de ne kadar kilise yaparsak o kadar papaz gelir, turizm gelirimiz artar dememiş miydi?

Yabancı askerlere ve dincilere Türkiye’yi muhtaç bırakanlar, sömürgeciler ve onların Türkiye’deki uzantılarıdır.

- Türkiye’nin kendi stratejileri, makro (ve ulusal) politikaları olmazsa…

- İşler piyasaya, yabancı tekellere, yabancı büyükelçilere, Conilere ve papazlara havale edilirse, o ülkenin gerçek adı “sömürge ya da arka bahçe” olur.

İngiltere Kraliçesi’nin savaş gemisindeki “kabul ve kutlamasına” 2008’de icabet eden Abdullah Gül 8 Mart 1995’te Meclis’te; “Arka bahçe ve sömürge oluyoruz” diye haykırıyordu.

İngiliz ve Amerikan savaş gemilerinde kutlamalar, coniler, papazlar, ülkeyi “babalar gibi” pazarlayanlar…Türkiye, acaba işgal altına girdi de biz mi farkında değiliz?

- Baskı altına alınan Kemalistler, yurtseverler, Amerika karşıtları…

- Ve öte yanda Amerikan ve İngiliz gemilerinde resepsiyonlar…

İstanbul’un arka sokakları yerine Conilere sunulan yeni turistik beldeler.

Türkiye işgal edilmiş de bizim mi haberimiz yok?

27 Eylül 2008 Cumartesi

TGC'den "Basın Meslek Kuruluşlarının Ortak Açıklaması"

Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin yalnızca iktidara ve Meclis’te çoğunluğa sahip olmakla yetinmeyip; sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri, sendikalar ve medya dahil ülkenin bütün kurumlarını denetim altında tutma çabaları demokratik sistem açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Başbakan’ın “Bu gazeteleri evinize sokmayın” diyerek başlattığı ve daha sonra yaygınlaşan basına yönelik haksız suçlama ve müdahaleler; basın özgürlüğüne yönelik dünyanın hiçbir yerinde eşi, benzeri görülmeyen gazeteleri, gazetecileri, okurlarıyla birlikte hedef haline getirebilecek düşmanca bir tutumdur. Bu davranış asla kabul edilemeyecek bir saldırıdır.

Asıl olan ifade özgürlüğüdür. Halkın gerçekleri öğrenme hakkı herkes tarafından her koşulda korunmalıdır.

Anayasada ve yasalarımızda titizlikle korunması gereken, düşünce ve ifade özgürlüğünün sonucu olarak; gazeteci basın özgürlüğünü, halkın doğru haber alma, bilgi edinme hakkı adına dürüst biçimde kullanır. Bu amaçla her türlü sansür ve oto sansürle mücadele eder ve halkı bu yönde bilgilendirir.

Gazetecinin halka karşı sorumluluğu; başta işverenine ve kamu otoritelerine karşı olmak üzere, öteki tüm sorumluluklarından önce gelir.

Buna karşılık; özellikle yürütme organı, gazetecilerin mesleki görevlerini yerine getirmelerinde, serbestçe yayın yapabilmelerinde ve yayın hakkının sağlanmasında çok önemli görev ve sorumluluğa sahiptir.

Yürütme organı; haber, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayımlanmasını engelleyici veya zorlaştırıcı siyasal, ekonomik, mali ve teknik şartlar dayatamaz ve bu yönde kanun dahi yapamaz, basın-yayın organlarını işletmekten alıkoyamaz.

Gazeteci; her ne amaçla olursa olsun tehdit ve şantaj gibi yollara başvuramaz. Doğru davranış ve meslek ilkeleri gereği bu şekildeki baskılara da karşı koyar. Bu ilkeye uyan gazeteciler ülke başbakanından aynı sorumlulukla hareket etmesini beklerken aksi yöndeki tutum, düşünce ve sözlerini şiddetle kınamaktadır. Politikacıları ve ülke yöneticilerini kendileri hakkındaki alkışlar kadar eleştirilere karşı da hoşgörülü olmaya davet eder.

Gazeteci başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arasında milliyet, ırk, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan, insanlar, topluluklar ve uluslararasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayınlardan kaçınır.

O halde gazeteciler yürütme organı ve onun başı olan başbakandan nefreti, düşmanlığı körükleyici sözlerden ve davranışlardan kaçınmasını isteme hakkına sahiptir.Herkes bilmelidir ki, gazeteciler Başbakanın basına yönelik öfkesine rağmen,kalemlerinden kaynaklanan güçlerini halkın bilgi edinme hakkı için kullanacaktır. Çünkü bilgi ve haber alma, yorum yapma ve eleştirme özgürlüklerini ne pahasına olursa olsun savunmak gazetecilerin temel görevi olmaya devam etmektedir ve edecektir. O nedenle gazeteciler meslek kuralları gereğince hükümet ve benzeri kurumların müdahalelerine kapalıdır.

Gazetecilerin iş ve çalışma koşulları açısından sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması yaşadığımız olaylar nedeniyle çok daha fazla önem kazanmıştır. Medyada tekelleşme önlenmelidir. Editöryal bağımsızlık sağlanmalıdır. Basın özgürlüğü bu adımlarla güçlenecektir. Bugün karşı karşıya olduğumuz engellerin aşılması ancak basın ve ifade özgürlüğünün önündeki yasakların kaldırılmasıyla mümkündür. Gazetecilerin gazeteci olarak çalıştırılması gerekir ve sendikalaşmaları sağlanmalıdır.

Bizler aşağıda imzası olan basın meslek kuruluşları bu sorunlarımızın takipçisi olacağız.



AVRUPA GAZETECİLER BİRLİĞİ (AEJ)

BASIN ENSTİTÜSÜ DERNEĞİ

BASIN KONSEYİ

BASIN SENATOSU

ÇAĞDAŞ GAZETECİLER DERNEĞİ (ÇGD)

G 9 (Gazeteciler Platformu/Ankara)

İLETİŞİM ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ (İLAD)

KESK HABER-SEN

TÜRKİYE GAZETECİLER CEMİYETİ (TGC)

TÜRKİYE GAZETECİLER SENDİKASI (TGS)


TOPLANTIYA GAZETE SAHİPLERİ BİRLİĞİ VE

İLETİŞİM MEZUNLARI DERNEĞİ (İLMED) GÖZLEMCİ OLARAK KATILMIŞTIR.

17 Eylül 2008 Çarşamba

KEMAL ÇAPRAZ'ı KAYBETTİK

TGC önceki Balotaj Kurulu ve Basın Senatosu Üyesi, sürekli
basın kartı sahibi Kemal Çapraz'ı 15 Eylül 2008 Pazartesi günü kaybettik.


1964 yılında Kastamonu'da doğan Çapraz, İstanbul Üniversitesi Basın
Yayın Yüksek Okulunu bitirdi. İst Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümünde Kırım Türkleri
Basın Tarihi üzerine master yaptı. Mesleğe 1985 yılında Türkiye
Gazetesinde başladı. TGRT, Türkistan Dergisi, Türk Yurtları Dergisi,
Türk Yurdu Dergisi, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Genişaçı Dergisi,
Hanımeli Dergisi, Yeniden Diriliş Dergisi, Türk Diplomatik Dergisi,
Emel Dergisi, Kardeşlık Dergisi'nde çalıştı.

Kemal Çapraz Kültür Ocağı Derneği, İstanbul Güvenlik ve Adliye
Muhabirleri Derneği, Türkmenistan Türkleri ile Dayanışma Derneği,
Turan Kültür Vakfı kurucuları arasında yer aldı. Mesleğini aylık olarak yayınladığı Ufuk Ötesi Gazetesi'nde sürdürmekte olan. "Sürgünde Yeşeren Vatan: Kırım isimli bir de kitabı yayınlanan Çapraz 'ın çeşitli konularda 85 ödül ve plaketi de bulunuyor.