29 Ağustos 2008 Cuma

Türkiye'de internetin durumu

Türkiye'de hane halkının yüzde 24,47'si internete erişim imkanına sahip. İnternet en çok gazete ve dergi okumak için kullanılıyor.



Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) Nisan ayında yaptığı "Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması"na göre, hane halkının yüzde 24,47'sinin internete erişim imkanına sahip olduğu ortaya çıktı.
Hanelerin yüzde 29,6'sının internete ihtiyaç duymadıkları için internete bağlanmadığı belirlenen araştırmada, Türkiye'de en yaygın internet bağlantısının ADSL olduğu görüldü.
Araştırmada, 16-74 yaş grubundaki hane halkı bireylerinin bilgisayar ve internet kullanım oranlarının sırasıyla yüzde 38,1 ve yüzde 35,8 olduğu, bu yıl Ocak-Mart döneminde 16-74 yaş grubundaki hane halkı bireylerinin yüzde 34,3'ünün bilgisayar kullandığı, bu bireylerin yüzde 62,4'ünün hemen hemen her gün bilgisayar kullandığı belirtildi.
Aynı dönemde bireylerin yüzde 61,6'sının evinde, yüzde 37,6'sının iş yerinde ve yüzde 21,8'inin internet kafede bilgisayar kullandığı, Ocak-Mart döneminde 16-74 yaş grubundaki hane halkı bireylerinin yüzde 32,2'sinin ve bu bireylerin de yüzde 59,7'sinin hemen hemen her gün internet kullandığı ifade edildi.
Bilgisayar ve internet kullanım oranları
İnternet kullanan bireylerin yüzde 52,2'sinin evinde, yüzde 38,4'ünün iş yerinde ve yüzde 24,2'sinin internet kafede internet kullandığı belirtilen araştırmaya göre, bilgisayar ve internet kullanım oranının en yüksek olduğu yaş grubunun 16-24 iken, bu yaş grubunu 23-34 yaş grubu izliyor.
Bilgisayar ve internet kullanım oranının tüm yaş gruplarında erkeklerde daha yüksek olduğuna dikkat çekilen araştırmada, eğitim durumuna göre en fazla bilgisayar ve internet kullanım oranının sırasıyla yüzde 87,9 ve yüzde 87,2 ile yüksek okul, fakülte ve daha üst eğitim kurumları mezunları olduğu, bunu yüzde 67,2 bilgisayar ve yüzde 64 internet kullanımı ile lise ve dengi okul mezunları takip ettiği bildirildi.
İş gücü durumu dikkate alındığında, işverenlerde bilgisayar ve internet kullanım oranlarının sırasıyla yüzde 70 ve yüzde 66,3, ücretli ve maaşlı çalışanlarda yüzde 61,4 ve yüzde 58,6 ve işsizlerde ise yüzde 49,9 ve yüzde 47,7 olduğu kaydedildi.
İnternet en çok gazete okumak için kullanılıyor
Araştırma, Ocak-Mart döneminde hane halkı bireylerinin yüzde 76'sının gazete ya da dergi okuma, yüzde 74'ünün e-posta gönderme, yüzde 69,7'sinin anlık ileti gönderme ve yüzde 65,2'sinin ise müzik indirme ya da dinleme için interneti kullandığını ortaya çıkardı.
Aynı dönemde hane halkı bireylerinin yüzde 7,2'sinin internet üzerinden mal veya hizmet siparişi verdiği ya da satın aldığı, bu oranının 3 ay ile 1 yıl önce internet kullanıcılarında yüzde 2,7, bir yıldan uzun internet kullanıcılarında ise yüzde 1,7 olduğu belirtildi. İnternet üzerinden hiç mal veya hizmet siparişi vermeyen ya da satın almayan hane halkı bireylerinin oranının ise yüzde 88,4 olduğu belirlendi.
Araştırmaya göre, Nisan 2002-Mart 2008 dönemini kapsayan son 12 ayda internet üzerinden mal veya hizmet siparişi veren ya da satın alan hane halkı bireylerinin yüzde 30,4'ü internet üzerinden elektronik araçlar aldı, bunu yüzde 25,2 ile ev eşyası, yüzde 23,4 ile kitap, dergi, gazete, yüzde 18,2 ile giyim ve spor malzemeleri izledi.


Kaynak :www.hurriyet.com.tr

Köşe yazarlığı ne demektir?

Hurşit Güneş/Milliyet

Köşe yazarlığına 20 yıl önce bir yerel bir gazetede başlamıştım. Sonra, malum, Yeni Yüzyıl macerası. Sonra da küçük yaşlardan bu yana evimize gelen Milliyet gazetesinde köşe sahibi oluş! Ve tabii zevkten dört köşe oluşum.
Sekiz yıldır buradayım. Kuşkusuz Milliyet, yorum tarafı en güçlü gazete. Zaten öyle olmasaydı, internet gazetesi diğer tüm gazeteleri sollayamazdı.
Milliyet’e geldikten bir süre sonra aramıza Çetin Altan katıldı. Böylece Hasan Pulur ve Çetin Altan gibi kültleşmiş isimlerle aynı gazeteyi paylaşma gururunu yaşadım. Tabii Ece Temelkuran gibi sol duruşunu çağdaş ve ironik biçimde ifade eden gençleri de burada görmek ayrı bir mutluluk veriyor.
Gazetede birçok dostlar edindim. Yazı yazmaktan hep keyif aldım. Her konuyu kaleme almaya başladığımda bana bu köşenin verilme nedenini düşünürüm. Bu benim okuyucuya ne vermem gerektiğini de belirler. Ben aslında bir bilim adamıyım. Gazeteci değil. O zaman benden beklenen okuyucuyu eğlendirmem ya da taze haber yetiştirmem olamaz. Benden okuyucuyu bilgilendirmem yahut haberi yorumlamamam beklendiğini düşünürüm, öyle de yazarım.

Bizde gazetecilik
Türkiye’deki oldukça yaygın olan köşe yazarlığı, Batı ülkelerinde pek yoktur. Kimi zaman çıkan köşe yazıları da imzasızdır. Uzun yıllar köşe yazarı enflasyonunu eleştirmişimdir; “Haber yok, yazar çok” diye. Üstelik Batı’da gazeteciler aynı zamanda haberi yapan kişilerdir.
Ancak son zamanlarda bu fikrim değişti. Çünkü ülkemizde gazeteler çok farklı nedenlerle alınıyor. Kuşkusuz gazete geleneksel olarak haber edinmek ya da güncel gelişmelere ilişkin bilgiler almak içindir. Ancak son zamanlarda haber için herkes televizyon ya da radyoya bakıyor. Gazeteler ise okuyucunun duygu ve düşüncelerinin dışavurumu için isteniyor. Gazete bunu en keskin biçimde yansıttıkça talep görüyor. Birçok gazete için de köşe yazarı kadrosu bu nedenle önemli.
Okuyucu köşe yazısını okuyor ve şöyle diyor: “Gördün mü, Bekir Coşkun nasıl geçirmiş hükümete? Tam tersyüz etmiş vallahi. Bütün kepazeliklerini dökmüş ortaya!” Yahut AKP yanlısı bir okuyucu da “Bugün bir Fehmi Koru okudum abi, Baykal’ı yerden yere vurmuş. CHP’yi rezil etmiş. Süperdi!” Kısacası, bizde okuyucu köşe yazarı için gazete alıyor. Ve onu okuyup deşarj oluyor. Her gün de bu deşarja ihtiyacı oluyor.

Polemik yapmak
Mülayim, estek köstek yapan, ciddi köşe yazıları ise pek ilgi çekmiyor. Çünkü okuyucunun fikrini değiştirmesi zaten gerekmiyor. Yeni bir bilgi alması da lüzumsuz. Sadece birinin çıkıp güzelce karşı tarafı batırıp çıkarması isteniyor. İşte bu anlamda anlıyorum ki benim okunmam beklenmiyor. Benim yazılarımla kimse deşarj olamıyor, aksine, gerekli gereksiz bilgilerle şarj ediliyor.
Mamafih, kimi zaman okuyucu sayısını artırmak için polemik yapmayı düşünmedim değil. Ama itibar yitirmekten çekindim. Bu durumda tek önerim; bu köşeyi okuyup bilgileri aldıktan sonra bir de deşarj olmak için elinde kılıçla gezenlerin köşelerini okuyun.

Fatih ALTAYLI: "27 Nisan’dan bu yana ilk kez"

Genelkurmayımızın yeni Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un görevi Büyükanıt Paşa’dan devraldığı töreni ilgi ve merakla izledim.
Diplomat yönünü iyi bildiğim İlker Başbuğ’un yapacağı konuşmayı merak ediyordum.
Dikkatle dinledim.
Çok ama çok iyi hazırlanmış, kelimeleri özenle seçilmiş bir konuşma oldu.
Şimdiye dek hiç kullanılmamış bir argüman vardı konuşmada.
Yeni komutan öyle dedi: “Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkmak siyasete müdahale değildir.”
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un sözleri, kendisinden bir gün önce konuşan Kara Kuvvetleri Komutanı Koşaner’in sözleri kadar “Sert” değildi.
Ancak iki konuşmayı peşpeşe eklediğiniz zaman ortaya ciddi bir “Anlam bütünlüğü” çıktığını göreceksiniz.
İlker Başbuğ’un konuşması, 27 Nisan muhtırasından bu yana bir Genelkurmay Başkanı tarafından yapılmış en “İçerikli” konuşma olarak geldi bana.
Hürgeneral Yaşar Büyükanıt Paşa’nın 27 Nisan’dan sonra büründüğü suskunluktan farklı bir konuşmaydı.
Cemaatlerin gerek sosyal gerek ekonomik güçlerinden dem vurulan, toplumdaki kutuplaşmaya dikkat çekilen, bazı kesimlerin tedirginliğinin hatırlatıldığı kapsamlı bir açıklama.
Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasında, e-muhtıradaki Abdullah Gül’e yönelik olarak algılanmasına yol açan “Atatürk milliyetçiliği”, “Türk milleti kavramı” ile ilgili sert vurguların, daha yumuşak ama kararlı bir tonda tekrar edildiği de dikkatimden kaçmadı.
Siyasetin alanına girmeden siyasallaşan ilginiç bir konuşmaydı.
Ancak bana göre önemli olan Kara Kuvvetleri komutanı ile Genelkurmay Başkanı’nın iki gün içinde yaptıkları iki konuşmadaki “Tonlamaydı”.
Bu tonlama Genelkurmay Başkanı ile Kara Kuvveteri Komutanı arasında bir “Fikir birliği” olduğunu çok net biçimde gösterdi.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önümüzdeki 5 yılının fotoğrafını çekme şansımız oldu.
kaynak:www.fatihaltayli.com.tr/29.08.08

23 Ağustos 2008 Cumartesi

AVRUPA BİRLİĞİ uyum sürecindeyiz...

Zeynep GÖĞÜŞ - Hürriyet
23.08.08



Ulusal Program 3



Hep duyduğumuz bu cümle ne anlama geliyor? AB’nin yasaları, yönetmelikleri, kuralları var. Türkiye, AB’ye üye olmak istediğine göre bunlara uymak zorunda. Ancak bu bir gecede olacak iş değil. O zaman belirli bir zaman planı içinde sindirerek ilerlemek gerekiyor.

Türkiye bunu "AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Programlar" çerçevesinde yapıyor. İşte bu ulusal programlardan üçüncüsünün taslağı bu hafta tüm bakanlık ve kamu kuruluşlarına görüşleri alınmak üzere gönderildi.

Türkiye ilk Ulusal Program’ını 2001’de, ikincisini 2003’te yayınlamıştı. Üçüncüsü için neden beş yıl ara verildi diye sorulabilir. 2003’ten sonra arada iki adet Müktesebat Uyum Programı çıktı. O nedenle bu son belge beşinci program da sayılabilir.

Diğer yandan da Türkiye’nin uyuma 2001’de başlayan bir ülke olarak normal koşullarda artık Katılım Anlaşması’nı imzalıyor olması gerekirken, üyelik müzakereleri ancak 2004’te açılabildi, sonra da hálá süren çeşitli tökezlemeler, engeller yaşandı.

Üçüncü Ulusal Program’ın içinde kamuoyunda tartışılmayı hak eden, enerjiden ilaca, bankacılıktan sigortacılığa tüm sektörleri ilgilendiren ve muhalefet ile iktidar arasında yeni çekişmelere yol açabilecek pek çok bölüm var. Böyle olması da normal ve sağlıklı. Sadece çevre uyumu ile ilgili 27’nci fasıl 80 küsur sayfa. Geniş kapsamlı bir diğer bölüm, gıda güvenliği. Ancak her şeyden önce, bu programın felsefesinin özetlendiği bir giriş bölümü var ki hatırlamakta yarar var:

Ulusal Program Giriş bölümünün ilk cümlesinde, "Cumhuriyetin dayandığı temel ilkeler ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı, ulusal bütünlük içinde, bilgi çağını yakalamış, güçlü ve refah içinde yaşayan, insan haklarına saygılı, çağdaş, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmak, geçmiş ve gelecek kuşaklara karşı tarihi ve ebedi bir sorumluluktur... AB üyeliğimiz, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi ve Atatürk’ün ulusumuz için belirlemiş olduğu çağdaş uygarlıkla bütünleşme ülküsüyle bire bir örtüşmektedir" deniyor.

* * *

3. Ulusal Program, yatay ve dikey okuma gerektiren 406 sayfalık bir belge. Bunun tümüne bakmadan içinden cımbızla çeker gibi bir iki cümleyi gündeme getirmek kötü niyetli demeyeyim, ama sağlıksız bir yaklaşım.

Özetle bu belgeyi de Ergenekon iddianamesi gibi okumayalım. İçinde olmayan şeyleri varmış gibi gösterip, olanları da oraya buraya çekiştirip kendimize göre anlamlar yüklemeyelim. İlle de tartışmak istiyorsanız taslağın "yolsuzluklarla mücadele" konusunda neler vaat ettiğine bakalım. Neden bu konuda ilerlemekte bu kadar geciktiğimizi sorgulayalım.

Her şeye kriz mantığıyla yaklaşmaya alıştık. Ulusal Program’a da böyle bakıyoruz. Örneğin, Türkiye’nin zaman vermeksizin taraf olacağını beyan ettiği Uluslararası Ceza Divanı statüsü var. Sanki yarın bu Divan’a üye olacakmışız gibi kriz havaları çalınıyor. Olursak da PKK ile mücadele eden askerleri oraya göndermek zorunda kalırmışız...

Halk deyimi ile adama "alıp da kaçan?" diye sorarlar. Türkiye esas AB’deki PKK elebaşılarını göndermeyi düşünecektir oraya. Kaldı ki bazı önemli kararlarda Türkiye’nin AB üyeliğinin kesinleşmesini bekleyeceği kesin.

Sakin kalmayı bir başarabilsek.... Ama yok, bu bünye huzuru kaldıramaz.

22 Ağustos 2008 Cuma

Gazetecilerin Sağlığı Tehlikede

Uzmanlar, yoğun iş temposunda ve stresli bir ortamda çalışmak sorunda kalan gazetecilerde en fazla yeme problemi, kalp rahatsızlıkları, göz sorunları ve nörolojik rahatsızlıkların görüldüğünü söyledi.

Amerikan Hastanesi uzmanları gazetecilerin karşı karşıya kaldığı sağlık problemlerini gözler önüne serdi. Amerikan Hastanesi Diyet ve Beslenme Bölümü’nden Diyetisyen Zuhal Güler Çelik, gazetecilerde en sık karşılaşılan yeme problemleri arasında ‘Binge Eating’in olduğunu söyledi. Özellikle gazeteciler gibi sürekli yoğun bir tempo içinde çalışan ve yemek yemeye fazla zaman ayıramayan meslek gruplarında daha çok atıştırmaya dayalı yeme alışkanlıkları konusunda dikkatli olunması gerektiğine işaret eden Dyt. Güler, “Binge Eating normalin çok üzerinde yeme nöbetleri şeklinde ortaya çıkan ve kontrol edilemeyen bir yeme şeklidirö dedi.
Dyt. Güler, bu durumu yaşayan kişilerin ne yediğine bakmadan ve rahatsızlık hissedene kadar normal insanın yiyebileceğinden kat kat fazla yiyecek tükettiklerini ifade eden Güler şunları söyledi:
“Kriz sırasında kendilerine hâkim olamayan kişiler pişmanlık duyarlar. Aşırı üzüntü hali yaşarlar. Bu durumun tedavisinde psikiyatrik destekle birlikte diyet tedavisi gerekir. Beslenme tedavisinde sağlıklı ve dengeli beslenme kuralları geçerlidir. Az ve sık yenmeli, diyet çeşitli ve dengeli olmalı, ortalama porsiyon büyüklüğünde servis edilmelidir. Tedavideki asıl hedef aşırı yeme sıklığını azaltmak ve alınan besin miktarında kontrolü sağlayabilmek olmalıdır."

"Bilgisayar Görme Senfromu" gazeteciyi bekleyen bir başka tehlike
Amerikan Hastanesi Göz Hastalıkları Kliniği Şefi Doç. Dr. Osman Oram ise, gazetecilerde sık görülen rahatsızlıklar arasında göz problemlerinin de yaşandığına dikkati çekti. Doç.Dr. Oram, “Göz problemleri arasında uzun süreler bilgisayarda çalışmaya bağlı ortaya çıkan “Bilgisayar Görme Sendromu" sayılabilir. Bilgisayar Görme Sendromu günde iki saatten fazla bilgisayar ile çalışan kişilerin yüzde 90’ında ortaya çıkabilen yaygın bir rahatsızlıktırö dedi. Bu hastalığın belirtileri arasında gözlerde kızarıklık, yanma, batma, sulanma, yorgunluk hissi, odaklanma güçlüğü, çift ve bulanık görme, baş ağrısı, boyun ve omuz ağrıları sayılabileceğini bildiren Doç.Dr. Oram, “Bilgisayar Görme Sendromu esas olarak gözlerin ve beynin kağıt üzerinde yazılı karakterler ile bilgisayarda görülen karakterlere farklı tepki vermesinden kaynaklanmaktadırö diye konuştu. Amerikan Hastanesi Nöroloji Bölümü’nden Doç. Dr. Ari Boyacıyan ise, gazetecilik mesleğinin bir takım hastalıklar için özel bir yatkınlık ve risk oluşturabileceğine işaret etti. Özellikle nörolojik hastalıkların iki grup altında düşünebileceğini söyleyen Boyacıyan daha çok muhabir olarak çalışanların bazen büyük tehlikeler yaratabilecek ortamlarda çalışmak zorunda kaldıklarını ifade etti. Doç.Dr. Boyacıyan şunları söyledi:
“Bu dönemde görülen nörolojik hastalıklar daha çok travmatik kökende gelişmektedir. Bunlar arasında baş ve boyun travmaları, periferik sinir travmaları sayılabilir. Gerçekten de bu şekilde çalışan gazetecilerde kafa ve beyin zedelenmeleri, bel ve boyun fıtıkları, kol ve bacaklarda hareket ve duyuyu sağlayan sinirlerdeki zedelenmeler sık görülmekte ve bazen kalıcı malüliyete yol açabilmektedir. Hiçbir kaza geçirilmese bile sürekli hareket halinde olmak ve ters boyun ve baş hareketleri yapmak boyun ve bel fıtığı riskini artırmaktadır.
Daha çok ofiste çalışan gazetecilerde ise yoğun sosyal ilişkilerin getirdiği veya kolaylaştırdığı hastalıklar gündeme gelmektedir. Bunlar daha çok damarsal kökenli hastalıklar olmaktadır. Stres, yüksek kolesterol, sigara kullanımı veya kullanılan ortamda bulunulması bilindiği gibi damarsal risk faktörleridir. Bunun sonucunda da beyinde damar tıkanıklıkları veya yüksek tansiyon neticesinde beyin kanamaları ortaya çıkabilmektedir."

"Gazeteci Kalbine Dikkat Etmeli"
Amerikan Hastanesi Kardiyoloji Bölüm Şefi Dr. Genco Yücel, toplumda iş ve hayat stresi ile kalp krizi gibi hastalıkların varlığının çokça kabul gördüğünü söyleyerek “Muhabirlerin yaşam şartlarının içine düzensiz uyku, yemek, ve sigara kullanımı gibi faktörleri de kattığımız zaman bu meslek sahiplerinin, ilerleyen yaşlarda kalp ve damar hastalıklarından muzdarip olabileceklerini tahmin etmek yanlış olmazö dedi. Bu meslek sahiplerine kalp hastalıklarından korunmak için yapılabilecek en somut önerinin ise; işleri dışında kontrol edebilecekleri faktörleri düzenlemeleri olduğunu ifade eden Dr. Genco, “Yani, sigaradan uzak durmak, mümkün ölçülerde düzenli bir yeme içme ve uyku alışkanlığını sürdürmeye çalışmak ve fırsat buldukça spor yapmak önemli" dedi.

ANKA

19 Ağustos 2008 Salı

ABD, İran’a saldırır mı?

Fikret BİLA / Milliyet

İran’ın, nükleer programı nedeniyle, ABD’nin hedefinde olduğu biliniyor. Washington’un Irak’a yaptığı gibi İran’a bir kara harekâtı yapması pek olasılık dahilinde görülmüyor. Ancak, ABD veya İsrail’in nükleer tesisleri hedef alacak bir hava operasyonu yapabilecekleri, epeydir konuşuluyor.
Başkan Bush’un giderayak böyle bir operasyona kalkışmayacağı, bu kararı yeni başkana bırakacağı yorumları ağırlıkta. Obama’nın başkan olması halinde böyle bir girişimde bulunmayacağı, ancak Mac Cain’in kazanması durumunda ise operasyon olasılığının artacağı yorumları var. Mac Cain yönetimindeki Beyaz Saray için “sıradaki”nin İran olacağı kanısı yaygın.

Gerekçe sorunu
ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde ortaya attığı gerekçelerin hiçbiri doğru çıkmadı. Nükleer silahlar, kimyasal kitle imha silahları bulunamadı. Sonuçta ABD yönetimi (dönemin Dışişleri Bakanı Powell dahil) yanıldıklarını ifade ettiler, Basra harap olduktan sonra...
Bugün Irak fiilen üçe bölünmüş durumda. ABD’nin Irak’ta duruma hâkim olduğunu söylemek de mümkün değil.
Afganistan ve Irak’ta hâlâ savaşan ABD’nin, İran gibi büyük ve güçlü bir ülkeye karşı üçüncü bir cephe açması akla yatkın görünmüyor. Ancak, ABD’nin akla yatkınlık gibi bir ölçüsü olmadığını da söylemek gerek.
ABD, böyle bir girişimde bulunursa, Irak savaşı nedeniyle istikrarı iyice kaybetmiş olan Ortadoğu’da işlerin daha karışacağını söylemek gerçekçi olur.
İran’a yöneltilecek saldırı sonrasında Tahran’ın vereceği tepki hem İsrail hem de Irak’taki ABD açısından büyük sorunlar yaratacaktır.
İran’ın Irak olmadığı bir gerçek. Askeri kapasitesi, ulaştığı teknolojik düzey, din etrafında bütünleşmiş fanatik milliyetçilik dikkate alınırsa, böyle bir sürecin nereye varacağını kestirmek çok zordur.
Washington’un, hesap hatası yapmaması gerekir. İran’a yapacağı bir saldırının sonuçlarını iyi düşünmeli ve zaten yangın yerine dönmüş olan Ortadoğu’yu daha büyük çalkantılara sürüklememelidir.

Barış yolu
Türkiye’nin İran’a bakışına gelince...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ankara ve Tahran’ın farklı politikalara sahip olmalarının doğal olduğunu vurguladıktan sonra, İran’ın komşu ülke olarak Türkiye için önemine de işaret etti. Bu arada İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ı da diplomatik çerçevede uyardı. Nükleer teknolojinin iyi amaçlar için kullanıldığı sürece bir hak olduğunu belirtti. Ancak, nükleer silaha yönelmenin sakıncalarını da hissettirdi. Saddam yönetimine yaptığı gibi İran yönetimine de barışçı çözüm için gayret göstermesini istedi.
Türkiye elbette nükleer silah üreten bir İran’a sıcak bakmayacaktır. Böyle bir gelişme Türkiye için de bölgedeki dengeleri değiştirir. Barışçı amaçlarla kullanılacak nükleer teknolojiye ise karşı çıkmayacaktır. Ankara bu çizgide duracaktır. ABD’nin bir saldırı girişimine katkıda bulunmayacağını söylemek de gerçekçi olur.
Ancak, Ankara’nın İran yönetimine yaptığı gibi Washington yönetimini de uyarması gerekir. Kabul edilebilir gerekçeleri olmadan ABD’nin İran’a yapacağı veya yaptıracağı bir saldırın yol açacağı sonuçlar konusunda en gerçekçi tahmin ve analizleri yapacak olan başkent yine Ankara’dır.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Vakıf üniversiteleri ticarethane mi? (2)

Abbas GÜÇLÜ / Milliyet

Vakıf üniversitelerinin kendi aralarında ciddi bir yapılanma içerisine girmeleri artık kaçınılmaz hale geldi. İçlerinde öylesine farklı noktalara sürüklenenler var ki, ileride tümümün başını ağrıtabilir.

Dünden bugüne çok iyi biliyoruz ki, biri bir hata yaptı mı, hepsi birden cezalandırılıyor. İşte bu yüzden, birinin yaptığı yanlışlar, diğerlerini etkilemesin isteniyorsa, bir otokontrol sisteminin geliştirilmesi gerekiyor.
YÖK ne için var? diyorsanız çok yanılırsınız. YÖK, bırakın üniversiteleri, kendisini bile yönetemiyor. Yoksa bu noktaya gelinir miydi?

Vakıf üniversitelerinden biri, üstelik kurulalı daha bir yıl olmadan yüksek lisans ve doktora ilanları vermeye başladı. Anlamak mümkün değil. Ama daha da komiği, doktora yapılacak bölümler bir bir sıralandıktan sonra, ilanın bir yerine minnacık bir yıldız koyup, açıklamasında da “Bu programlar YÖK’ün onayını müteakip öğrenime başlayacaktır” deniliyor. Yani daha doktora için resmen izin alınmamış ama belli ki söz alınmış. Yoksa böyle ilan verilebilir mi?
Doktora eğitimi çok ciddi bir altyapı gerektirir. Dünyanın her çok yerinde, her üniversiteye doktora izni verilmez. Türkiye’de de bu böyleydi. Onlarca yıllık bir geçmiş ve güçlü bir kadro zorunluluğu vardı. Ama görünen o ki, her şey gibi doktora kuralları da altüst olmuş.

Peki bu üniversitemiz ya da şipşak izin verilen diğer üniversitelerimiz bu yükün altından kalkamaz mı? Devlet üniversitelerinde olandan daha iyi bir doktora eğitimi veremez mi? O ayrıca tartışılır. Ama şu anda gelinen nokta, tıpkı lisans eğitimi gibi yüksek lisans ve doktora eğitimi de giderek sulanıyor. Oysa Başbakan Erdoğan, eski YÖK yönetimi ve rektörleri adeta taciz ederek çıtanın yükseltilmesini istiyordu. Düne kadar dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasına giren 3 üniversitemiz vardı. Bakalım önümüzdeki yıllarda kaç üniversitemiz daha girecek? Sonucu merakla bekliyoruz. 3, 5’e çıkarsa alkışlarız. Sıfıra inerse de Başbakan’a, YÖK’e ve Cumhurbaşkanı’na dün söylediklerini hatırlatmaya devam ederiz...

Ne kadar evrenseller?

Vakıf üniversitelerine yönelik ciddi yaptırımlardan biri de Türkiye’nin gerçeklerine ve geleceğe yönelik olmalıdır. Son birkaç yıldır bakkal dükkânı açar gibi üniversite açılıyor. Ve hemen hepsi de büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’da. Oysa artık Anadolu’ya da açılmaları gerekiyor. İstanbul hemen her konuda artık boğazına kadar dolmuş durumda. Üniversite konusunda da değişen bir şey yok. Çok iddialı olmadığı sürece, İstanbul’da vakıf üniversitelerine izin vermek, İstanbul’u vakıf üniversiteleri pazarı haline getirmenin ötesinde bir işe yaramaz.
Yeni vakıf üniversiteleri açılmasın mı? Elbette açılsın. Bu genç nüfusa, ne kadar açılsa azdır. Ama bu bir plan ve program çerçevesinde olmalıdır. Örneğin öğretim kadrolarının yetiştirilmesine katkıda bulunmalılar. Örneğin kolay öğrenci bulabilecekleri popüler alanların dışında, Türkiye’nin kalkınmasına yönelik programlar da açmalılar. Yoksa üzerlerindeki “Üniversite mi yoksa ticarethane mi?” sorgulamasından zor kurtulurlar.

Vakıf üniversitelerindeki öğrenci memnuniyeti giderek azalıyor. Bu konuda acil önlem almalılar. Ücretler konusunda ciddi sıkıntılar var. Öğretim kadroları ilan edilenlerin çok dışında. Eğitim ve bilim alanına yatırım yapma yerine farklı ilişkilerle yol kat etmek isteyenler, diğerlerine de kötü örnek oluyor.
Gönül ister ki gazetelere verilen çarşaf çarşaf ilanlardaki süslü lafların yerini, hangi uluslararası kurumlardan akredite aldıkları, kaç uluslararası yayınlarının olduğu, binaların dışında Ar-Ge için ne kadar yatırım yaptıkları, yurtdışına kaç araştırma görevlisi gönderdikleri, dünyanın hangi iyi üniversiteleriyle öğrenci ve öğretim üyesi değişim anlaşması yaptıkları, kaç süreli yayına abone oldukları, mezunlarının ne kadarı dünyanın ilk 500’deki üniversitelerine mastır ya da doktora öğrencisi olarak kabul edildiği gibi gereksiz(!) ayrıntılar da yer alsa...
Özetin özeti: Vakıf üniversiteleri mutlaka olmalı. Ama...

12 Ağustos 2008 Salı

Vakıf üniversiteleri ticarethane mi?

Abbas GÜÇLÜ / Milliyet

Hürriyet’te pazar günü Vahap Munyar’ın köşesinde, yeni kurulan bir vakıf üniversitesi ilgili işadamları arasında geçen ilginç bir diyalog vardı. İş dünyasının vakıf üniversitelerine nasıl baktığının önemli bir göstergesi niteliğindeki bu sohbetin en can alıcı cümlesi şöyle:
“5 bin öğrenci, 20 bin dolardan 100 milyon dolar ciro eder. 80 milyon doları size kalır.”
Ne kadar düz mantık. Açılacak olan üniversite değil sanki fabrika. Öğrenci yetiştirmeyecek, bilimsel araştırma yapmayacak, otomobil üretecek.
Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Vakıf üniversitelerinin çoğu zorda. Birkaçı dışında para kazanan da yok. Sürekli desteklenmeleri gerekiyor. Çünkü insan yetiştirmek ve bilim üretmek dünyanın en pahalı yatırımı.
5 bin çarpı 20 bin, eşittir 100 milyon dolar. Bunun da 20 bini masraf, 80 bini kâr. Var mı böylesine altın yumurtlayan başka tavuk mantığı? Anlaşılan o ki üniversiteleri uzaktan yakından hiç tanımıyorlar.
Bugün ciddi bir vakıf üniversitesinin yatırım maliyeti, ki kurulmak istenen de öyle, en az 250 milyon dolar. 500 milyon dolar harcayıp da hâlâ çok eksiği olan vakıf üniversitelerini de özellikle hatırlatmak isteriz.
5 bin öğrencinin 5 bininin de paralı olduğu, hele hele 20 bin dolar ödediği bir vakıf üniversitesi ise, bırakın Türkiye’yi, dünyanın hiçbir yerinde yok. Çünkü vakıf üniversitelerini ayakta tutan, iddialı kılan, geleceğe taşıyan unsurların başında öğrenci, öğretim elemanı ve ciddi laboratuvarlar geliyor.
Öğrencilerin en az yüzde 10 ile 20’si burslu olmak zorunda. Ki bu oranlar bazı üniversitelerde çok daha yüksek düzeye çıkabiliyor. Yüzde 50’li, yüzde 25 gibi kademeli bursları da kattığınızda kâğıt üzerinde görünen o 100 milyon dolarlık gelirin dörtte biri daha en başında gidiyor.
Öğretim üyeleri de marka olmak zorunda. İyi öğretim üyeleri de devlet üniversitelerinde olduğu gibi 1000-2000 dolara gelmiyor. Serbest piyasa nedeniyle ücretler arttıkça artıyor. Dahası, transfer ücretleri de el yakmaya başladı. Baksanıza, dereceye giren öğrencilere bile 50 bin YTL veren üniversiteler, iyi hocalara neler vermez ki!
Peki ya laboratuvarlar? 10 milyon dolara kurulan araştırma birimleri var. Bunlardan onlarcasını düşündüğünüzde, değil para kazanmak, mevcut yatırımları sürdürebilmek için bir değil onlarca şirketinizin olması gerekiyor.
İşadamları bu konuda Dalan örneğini veriyorlar. Şu an için kârda gibi gözükebilir. Ama olaya uzun vadeli bakmak gerekir. Koç’u, Sabancı’yı ve arkasında en az 20 akar yaratan şirketi olan Bilkent’i masaya yatırıp incelesinler, üniversite yatırımı kârlı mı, değil mi görsünler.
Para kazanmak amacıyla üniversite kuranlar yok mu? Elbette var. Ama asıl büyük çoğunluk, bu kutsal görevi, büyük bir özveriyle yerine getiriyor. Bırakın para kazanmayı, sürekli para akıtıyorlar. O kadarla da kalmayıp zamanlarının çoğunu bu işe adıyorlar. Oysa üniversiteye yatırdıkları kaynaklarla, farklı alanlarda çok daha büyük para kazanabilirlerdi, reklam da yapabilirlerdi, eleman da yetiştirebilirlerdi. Ama tümüne yakının ortak noktası, sosyal sorumluluk. Paralarını bu ülkede kazandılar ve şimdi verme zamanı diyerek bu ülke için, gençler için, eğitim ve bilim için taşın altına ellerini koydular.
Kendilerini canı gönülden kutluyoruz. Böylesine zor ama bir o kadar da onurlu bir görev üstlendikleri için. Ama son gelişmeler de gösteriyor ki, vakıf üniversitelerinin de ciddi bir vizyona ve hedef revizyonuna ihtiyaçları var.
Anayasa kendilerini çok net tarif ediyor: Kâr amacı gütmeyen kurumlar...
Kazanmayacaklar mı? Elbette kazanacaklar. Ama daha çok yatırım ve daha çok burs için.
Dünyanın en iyileri diye gıpta ettiğimiz üniversitelerde bunu görüyoruz. Onlardan birinin bütçesi, bizimkilerin tümünden fazla. Onları o noktaya getiren de bu güçleri!..
Özetin özeti: Vakıf üniversitelerini farklı mecralara çekmek isteyenler hep olacak. Umarız kurucularının ismini en iyi şekilde yaşatma ve ülkeye yeni bir dinamizm getirme gibi asli görevlerinin dışında başka arayışlara girmezler.

7 Ağustos 2008 Perşembe

1908’in mirası

Prof.Dr.Toktamış ATEŞ
Kaynak:Bugün Gazetesi-08.08.08

Galiba,1960’lı yılların sonlarında:rahmetli Şükran Kurdakul’un öncülüğünde, “Sosyalist Kültür Ansiklopedisi” başlığıyla, güzel bir ansiklopedi yayınlanmıştı.

“MAY Yayınları’nın”, unutulmaması gereken hizmet ve katkılarından biriydi bu ansiklopedi. Fakat MAY Yayınları da unutuldu, Şükran Kurdakul’un büyük emeklerle çıkarttığı o değerli ansiklopedi de. Maalesef bizde, unutulmaması gereken çok şey, gün geliyor unutuluveriyor…

Değerli arkadaşım ve ağabeyim Şükran Kurdakul, gençlere fırsat tanınmasını savunan ve gençlerin önünü açan bir edebiyatçı ve yayımcı idi. Oldukça genç yaşıma karşın, bu ansiklopedideki “Kemalizm” maddesini, benim yazmamı istemişti. Doğrusu epey çalışmış ve geniş bir “Kemalizm” maddesi ele almıştım. Zaman, Kurdakul’un gençlere olan güvenini haklı çıkarttı. (En az benim örneğimde). Zira, aradan neredeyse yarım yüzyıl geçmesine karşın, hâlâ o analizimin arkasındayım ve zaman içinde yaptığım şey, o analizi örneklerle geliştirmek oluyor.

Bu analizin temel yaklaşımlarını, siz değerli okurlarımla paylaşmak niyetindeyim. Bunun ilk örneği, bugün, 1908 İkinci Meşrutiyetiyle ilgili düşüncelerim olacak.

Gençliğimden beri, daha doğrusu aklımın pek çok şeye yetmediği, “Yeni yetmeliğimde”; Türkiye’nin, neden geri kalmış olduğunu, anlamaya çalışırdım. Daha sonraları, sanayi devriminin dışında kaldığımızı ve sanayileşen devletlerin hızla gelişmeleri karşısında , geri kaldığımızı anladım. Sanayi devriminin dışında kalmamızın nedeni de değişik izler taşımasına rağmen, özgün bir yapı olan “Osmanlı toprak düzeni” idi. Osmanlı toprak düzeni, tarım kesiminde mülkiyete izin vermiyordu. Tarım kesiminde birikim olmaksızın da, “burjuva” oluşamıyordu. Ancak, burjuvanın “işlevine benzer bir işlev üstlenen”, başka bir kesim oluşmuştu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda bürokrasinin kaynağı, “devşirme kapıkulu” idi. 1. Murat zamanında başladığı tahmin edilen “kapıkulu oluşturma”, son derece sadık bir bürokrat sınıfı oluşturmuştu. Fakat zaman içinde, bu devşirme işi tavsamıştı. Kapıkulu’nun yapısının değişimi ve bunun nedenleri ve sonuçları, ayrı bir yazının konusu olabilir. Şimdilik buna değinmekle yetinelim.

Osmanlı, birebir ayak uyduramasa da; Batı’da yani “Düvel-i Muazzama” da, bir şeylerin değiştiğinin farkında ve bilincinde idi. Bunu anlayabilmek ve değerlendirmek için, bir yandan da, ülke içinde, “Batı tipi eğitim veren” okullar açıldı.

Osmanlı, Batı’daki değişim işaretlerini, ilk kez savaş alanlarında gördüğü için, “batılılaşma” gayretleri askeri alanda başladı. İlk kurulan Batı tipi eğitim kurumu, bazen kısaca “Mühendishane” olarak adlandırılan, “Mühendishane-i berri hümayun” idi. Bu okul, günümüz İstanbul Teknik Üniversitesi’nin başlangıcı sayılır ve kara topçusu okulu idi. Daha sonra bu okulu, “Deniz topçusu okulu”, “Mühendishane-i bahri hümayun”, izledi. Daha sonra da; “Mekteb-i Tıbbiye”, “Mekteb-i Mülkiye” vb. gibi okullar açıldı.

Gerek, ülke dışına gönderilen öğrenciler; gerek, imparatorluk içinde açılan batı tipi eğitim kurumlarından çıkan öğrencilerin çalışabilecekleri tek alan, “devlet” idi. Ve böylece; imparatorluk içinde,yeni bir kapıkulu ortaya çıktı. Benim, “askeri ve sivil bürokrasi”, olarak isimlendirdiğim bu yeni kapıkulu, eskisinden çok farklıydı. Devşirme kapıkulu, padişaha sınırsız bir biçimde sadık iken; bu yeni kapıkulu, sadakat bir yana, padişahın yetkilerini kısmak istiyordu.
Gerek Batı’ya gönderilen öğrenciler, gerek Batı tipi eğitim kurumlarından çıkan öğrenciler; Batı’nın ekonomik yapısını çözememişler ama, batının “siyasal” ve “sosyo-kültürel” kurumlarının, önemli ölçüde etkisi altında kalmışlardı. Bu kurumlar Osmanlı’da da yaşama geçirilirlerse, sorunların çözümleneceğini düşünüyorlardı. Ve bu noktadan itibaren; “Saray”la, bu yeni kapıkulu arasında,bir iktidar mücadelesi başladı.

Bu yeni kapıkulunun 1.Meşrutiyet öncesi adları, “Jön Türkler”, ya da “Genç Osmanlılar” idi. 1. Meşrutiyet ve “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu”, başta Mithat Paşa olmak üzere, bunların eseriydi.

Sultan Abdülhamit, Mebusan Meclisi’ni kapatınca; bir kısmı, yurt dışına kaçmış bulunan Jön Türkler yeni adı, “İttihatçılar” idi. 1908 2. Meşrutiyet bunların çabalarının sonucu gerçekleşti. Bunların Meşrutiyet sonrası adları da, gene “İttihatçılar” oldu. Savaş yitirildikten sonra, Anadolu’yu örgütleyen aynı insanlara; “Kuvayı Milliyeci”, ya da “Müdafa-i Hukukçular”, adı verildi.

Bu mücadele düşünülürse; 2. Meşrutiyet’in antidemokratik değil, tam aksine “demokratik” bir gelişme olduğu, açıkça görülür. Ancak zaman içinde, bu görüşümün ayrıntıları açıklamam gerekecek…

AB yolu, unutmayın, Kürt sorunundan da geçiyor!

Hasan Cemal /Milliyet

Erdoğan, siyasal kararlılık gösterebilecek mi? AB yolu, unutmayın, Kürt sorunundan da geçiyor!

Türkiye"nin aş ve iş sorununu çözmek istiyorsanız... Türkiye"yi gerçekten birinci sınıf demokrasi ve hukuk rayına oturtmaktan yanaysanız...
Bir başka deyişle:
Türkiye"nin tepeden tırnağa değişimini öngören "Avrupa Birliği projesi"nin makul bir süre içinde gerçekleşmesini içtenlikle istiyorsanız ve yeriniz iktidar koltuğu ise, o zaman boğayı boynuzlarından yakalamak zorundasınız.
Başka çare yoktur.
Çünkü burası Türkiye!
Çünkü burası çok zor bir ülke.
Lafla peynir gemisi yürümüyor bu ülkede. Bazı yapısal nitelik taşıyan sorunlar var ki, bunları çözüm yörüngesine oturtmadan Türkiye"nin düze çıkması, yani demokratik hukuk devleti olması da, aş ve iş sorununu çözmesi de olanaksızdır.
AB yolunda mı yürünecek?
Kıbrıs"ta çözüm şarttır.
AB yolunda mı yürünecek?
Kürt sorunu ile yürünmez.
AB yolunda yürünmek için Kıbrıs engelini kaldırmaktan ve Kürt sorununu demokratik çözüm yörüngesine oturtmaktan başka çare yoktur.
Bunlar olmadan AB yolu tıkanır.
AB yolu tıkandı mı, birinci sınıf demokrasi ve hukuk yolu da tıkanır.
Bunlar tıkandı mı, Türkiye"nin aş ve iş sorununu çözmek için gerekli doğrudan yabancı sermaye yatırımları fena halde teklemeye başlar.
Çünkü demokrasi ve hukuk çıtasını yükseltemeyen, şiddet ve terör sorununu çözememiş, istikrarsız bir ülke dış yatırımcılar için çekici olamaz.
Yazın bunu bir kenara.
Bu konuların hepsi içiçedir. Birinde topa vurduğunuz vakit, ötekiler de anında olumlu ya da olumsuz etkilenir.
Bu açıdan dün Kıbrıs"ı yazmıştım. AB yolunun Kıbrıs"tan geçtiğini belirtmiştim.
Ve Başbakan Erdoğan"ın bu konuda gerekli siyasal kararlılığı tıpkı 2003-2004"deki gibi göstermesinin ne kadar önemli olduğunu söylemiştim.
Yoksa Türkiye"nin AB yolunun tıkanacağını, reform seferberliği gibi büyük lafların kağıt üstünde kalacağını yazmıştım.
Dünkü yazım, “Başbakan Erdoğan"ın siyasal kararlılık ve cesaretinin test edileceği bir konu daha var, o da Güneydoğu ve Kürt meselesidir” diye bitmişti.
Evet, Kürt sorunu...
Yalnız PKK değil, asıl Kürt sorunu var, Türkiye"nin hem AB, hem de demokrasi ve hukuk yolunun üstünde.
Bu sorunun çözüm rayına oturması sadece şiddet ve teröre dönük haklı mücadeleden geçmiyor. Sadece yoksullukla mücadeleden de geçmiyor.
Çözüm yalnız şiddet ve yoksulluğu yenmekle değil, aynı zamanda Kürt sorunuyla da ilgili. Yani Kürt kimliğiyle, Kürt kültürüyle, diliyle, siyasal haklarıyla ilgili bir konu aynı zamanda...
Şiddet ve yoksullukla mücadele ederek bu işi bitiririm diyen resmi görüş çıkmaz sokaktır. Bugüne kadar denendi, halen de deneniyor.
Askeri operasyonlar Kuzey Irak"ı da içine almış olarak devam ediyor. Yoksullukla mücadele yeni paketler açılıyor.
Bunlar elbette önemli.
Ama yeterli değil.
Yakın geçmiş yeterli olmadığını gösterdi. Kürt sorunu bunların ötesinde bir şey. Devletin "gri yalanları"yla bu sorunu sürekli erteleyerek yol almaya çalışmak bu çağda artık çözüm olmaktan çıkmıştır.
Bu politikalarla Kürtleri daha beter soğutursunuz, Türkiye"den uzaklaştırırsınız ve "Kürt milliyetçiliği" ile "ayrılıkçılığı" güçlendirmiş olursunuz.
Bu söylediklerim yaşanıyor da...
Aklınızdan çıkarmayın:
Türkiye AB yolundan ne kadar uzaklaşırsa, Kürt milliyetçiliğiyle ayrılıkçılığına giden yol o kadar açılır.
Bu nedenle Türkiye, yoksulluk ve şiddete karşı haklı mücadelesine devam ederken, aynı zamanda dağa çıkan yolu kesmek ve dağdakileri indirmek için de ciddi adımlar atmalıdır. Kürt kimliği konusunda, demokrasilerin gerektirdiği bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde gereken reformları gerçekleştirmelidir.
Bunun zamanı çoktan geldi.
Artık geçiyor da.
Kürt sorununun çözümü yolunda adımlar atmayan, atamayan bir Türkiye, AB yolunda yürümeye devam edemez, bir nokta gelir tıkanır.
Bunun içindir ki, boğayı boynuzlarından yakalayıp yere çökertmekten söz ediyorum. Kürt meselesi de, Kıbrıs da bu tür sorunlar kategorisi içinde yer alıyor.
O yüzden de çözümleri, siyasal kararlılık -ve hatta yürekliliği- gerektiriyor Sayın Başbakan...
Üçüncü yazı yarın.